
Toplumsal Baskı ve Kişisel Kimlik: Kırılganlıkla Yüzleşmek ve Kendini Yeniden Keşfetmek
Bir zamanlar, toplumun bana sunduğu kimliği kabul ettim. Belki de zorunluluk duygusuydu, belki de kabul görme arzusuydu, ya da belki sadece yaşamın daha kolay olacağını düşünmüştüm. “Herkes böyle yapıyorsa, demek ki bu doğrudur,” diye düşündüm. Toplumun belirlediği roller, beni bir şekilde şekillendirdi. Kendi duygularımı, düşüncelerimi ve arzularımı bir kenara itip, hep bir başkası gibi olmayı tercih ettim. O “başkası” toplumun benden beklediği modeldi. Başarılı bir birey, mutlu bir insan, düzgün bir hayat süren biri… Hepsi birer etiket gibiydi. Her birini sırasıyla giydim, bir başka bedenin üzerine.
Ama bir noktada, bu kimliklerin bana ait olmadığını fark etmeye başladım. İçimde bir boşluk oluştu. Bu, sadece bir yalnızlık değildi; aynı zamanda bir yabancılaşma hissiydi. O zamana kadar giydiğim maskeler o kadar ağırlık yapmıştı ki, ne gerçekten kim olduğumu ne de ne hissettiğimi bilmeye başladım. İçsel bir kayboluştu bu. Toplum bana neyi yapmam gerektiğini söyledikçe, ben aslında ne yapmam gerektiğini daha fazla kaybetmeye başladım.
Herkesin “başarması gereken” şeyler vardı. Belirli bir yaşa gelince ne yapmalıydın, ne düşünmeliydin, kimle olmalıydın, hangi işte çalışmalıydın? Bütün bunlar, bir hedef gibi önümde duruyordu ve ben de o hedeflere ulaşmak için hızla koşuyordum. Ama bir gün, durup bakınca, o hedeflere ulaşmanın ne kadar yabancı bir yere, aslında kendi içimden çok uzak bir yere gitmek olduğunu fark ettim. O zaman anladım ki, ben sadece başkalarının doğrularını yaşamışım, kendi doğrularımı bir kenara bırakmışım.
Toplumun baskıları o kadar yoğunlaşıyor ki, bir süre sonra o baskılara karşı koymanın ne kadar zorlaştığını hissediyorsun. Herkes senin hayatını, kimliğini, varlık amacını belirlemiş. Bazen, bunun altında ezilmek bir anlık bir çözüm gibi gelir: “Sadece bir süreliğine herkesin dediği gibi yap.” Ama uzun vadede, bu seçim seni tamamen yabancılaştırır.
Kendimle barışmam, aslında toplumla savaşmaktan çok, kendi içimdeki gerçek benle yüzleşmekti. İçsel olarak kim olduğumu sorgulamak, gerçekte kim olmak istediğimi anlamaya çalışmak beni derinleştirdi. Kendimle baş başa kaldım. Kendi duygularıma kulak verdim. Ne hissettiğimi, ne istediğimi, neye değer verdiğimi keşfetmeye başladım. Bu bir keşif yolculuğuydu. Ama bu yolculuk hiç de kolay değildi. Bazen kaybolmak, yönsüz hissetmek, nereye gittiğini bilmemek zorlayıcıydı. Ama her kayboluş, bana bir şeyler öğretiyordu.
Kimlik, aslında bir keşif sürecidir. Toplum seni bir şekilde tanımlamaya çalışır, ama gerçek kimlik, o tanımların dışında bir yerde, çok daha derinlerde gizlidir. Kendi kimliğini bulabilmek için, önce kaybolman gerekebilir. Kayıp olduğunda, aslında seni bulacak şeylere çok daha yakınsındır. Kendini kaybetmek, bazen seni bulmanın başlangıcıdır.
Toplumsal baskı, seni sen olmaktan çıkarabilir. Ama kendi kimliğini yeniden bulmak, kendi doğrularını yaşamak, seni gerçekten özgürleştirir. Ve bu, bir kırılganlık hikayesidir. Kimse, toplumsal normların ve rollerin ötesine geçerek kendi kimliğini aramaya cesaret edemezse, o kimlik asla bulunamaz. Bu yolculuk, bazen yalnız kalmayı gerektirir, bazen zorlayıcı olur, bazen karanlık olur. Ama en sonunda, içsel özgürlüğü ve gerçeği bulduğunda, tüm o karanlık kaybolur.
İçsel kimliğimiz, başkalarının bizden beklediği bir şey değil, bizim kendimize verdiğimiz bir anlamdır. Kimlik, toplumun şekillendirdiği bir figür değil, kendi iç yolculuğumuzda bulduğumuz, taşıdığımız bir sıfattır. Gerçek kimliğimiz, o özgürleşmiş haliyle, hepimizin içinde zaten var. Tek yapmamız gereken, o kimliği kabul etmek ve ona cesurca sahip çıkmaktır.